Aksine, Arkeoloji sadece kazı yapmak değildir! Ali Dinçol’un ardından...
2001 yılının Haziran ayında biri doktora
yapan Fransız diğeri ise yeni doktor olmuş Holandalı iki arkeolog arkadaşımla
birlikte “Orta Anadolu Neolitik”i üzerine uluslararası bir çalıştay yapmaya
karar vermiştik. Türkiye’deki akademik hiyerarşi yüzünden böyle bir girişimde
bulunmanın sakıncaları ortadaydı, bu yüzden bir süre olası katılımcılarla
konuşup nabız yokladık.
Bazı yerli arkeologlar daha başından genç
isimlerin böyle bir konferans düzenleme olasılığına burun kıvırmıştı bile. Buna
karşın Orta Anadolu’da çalışan yabancı arkeologlar olumlu dönüş yapmışlardı. Yabancıların
katılımı burun kıvıran bazı yerli arkeologları harekete geçirmişti.
Diğer bir sorun akademik hiyerarşiydi,
genellikle yabancılar kendi içimizde var olan akademik hiyerarşiden pek fazla
etkilenmezdi ancak benim olayın içinde aktif olarak yer almam sakıncalı
olabilirdi. Olayın seyrine etki etmemek için desteğimi sürdürmekle birlikte, oluşumda
ismimin geçmemesinin herkes için daha hayırlı olacağına karar verdim.
Nitekim, 2002 yılında düzenlediğimiz
konferans sadece Orta Anadolu üzerine çalışanlar için değil, bir çok açıdan
önemli bir kırılma noktası oldu, çalıştay “Canew; Central Anatolian E-Workshop”
ismiyle 2002 baharında kitap haline geldi.
2002 yılı yazında Çatalhöyük’te Oğuz
Erdur ve Ayşe Özdemir'le birlikte Türkiye’deki arkeoloji ortamı, arkeolojik bilgi üretimi ve
bilginin paylaşımı üzerine tartışırken bir çalıştay yapmaya karar verdik, bizim
için en büyük motivasyon Canew’in başarısı olmuştu. Amacımız bir anlamda
geleneksel arkeolojiyi kendi durduğumuz yerden eleştirmek, yeni sorular
yönelterek farkındalık yaratmaktı. Önemli bir risk faktörü vardı; Oğuz ve ben
yabancı değildik, üstelik doktor bile değildik.
Her şeye rağmen bu düşümüzü 5-6 Nisan
2003’de Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz “Arkeoloji Niye? Nasıl? Ne
için?” isimli çalıştayla hayata geçirmiştik. Toplantıda arkeoloji ve ilgili
alanlarda çalışan insanlar olarak bir
araya gelip, arkeolojinin tarihsel, toplumsal ve politik boyutlarına dair
çeşitli konuları tartışmıştık.
Kitabın redaksiyonu için Oğuz’la gece gündüz çalışarak kitabı Mayıs’ın
son haftasında Ege Yayınları’ndan bastırmayı başarmıştık. Tez canlı olmamızın nedeni kitabı her yıl 1000’e yakın yerli ve
yabancı arkeoloğun katıldığı “Uluslararası Kazı ve Araştırma Sonuçları Sempozyumu’na
yetiştirmekti.
Beş gün süren sempozyumda üzerinde
“Arkeoloji Niye? Nasıl? Ne İçin?” yazan kitaptan sadece “beş” adet satıldı. Bizim
için ilginç bir deneyimdi. O ilk beş kitabı kim aldı halen merak ediyorum.
Aradan geçen dokuz yılda 700 adet basılan ve tek baskı yapan
kitap geçen yıl ancak tükendi. Daha ilginci bizim ardımızdan hiç kimse bu konulara girme ilgi ve cesaretini
göstermedi. Kitap basıldıktan sonra “Arkeoloji’nin altına dinamit koymaya
çalışan isyancılar” gibi görüldük, hakkımızda atıldı-tutuldu, yok sayıldık, düşman
sayıldık, akademik hayat zorlaştı vs.
Bunları neden yazdım çünkü adeta tarih
tekerrür ediyordu. Bu sabaha karşı Prof. Dr. Ali Dinçol’u kaybettik. Ali Dinçol
Hititoloji adına çok önemli araştırmaları olan bir isimdi. Ancak benim için
daha başka bir önemi vardı. 24 yaşında asistan arkadaşı Sönmez Kantman’la
birlikte İngiltere ve Amerika’da değişen arkeoloji anlayışına paralel olarak
“arkeolojinin sadece kazı yapmak olmadığını” belli bir sorunsal üzerinde
sistematik bir çalışma gerektirdiğini söyleme cesaretini göstermişlerdi. Daha
ileri giderek düşünce ve çalışmalarını İngilizce ve Türkçe basılan “Analitik
Arkeoloji/Analytical Archaeology” kitabında paylaşmışlardı. Kitap büyük ilgi uyandırması gerektirirken
tepkiler almış, bu iki genç girişimcinin çalışmaları yok sayılmıştı. Oldukça
farklı bir kişiliğe sahip Sönmez Kantman bu ve benzeri olaylardan ötürü istifa
etmiş, Ali Dinçol da yaşadığı hayal kırıklığı yüzünden Hititoloji’ye dümen
kırmıştı.
En büyük şoku çalıştay üzerine kafa
patlatırken Prof. Dr. Güven Arsebük (-ki Sönmez Kantman ve Ali Dinçol’un en
yakın arkadaşıdır) emekli olduğunda odasındaki dolabı düzenlerken paketler
içinde hiç açılmamış 1969'da basılan bu kitabı bularak yaşamıştım. Kitap
sessiz sedasız sanki hiç basılmamış gibi unutulmuş, unutturulmuştu. Güven
Arsebük iyi ki bu kitapları muhafaza etmişti. Kitabı başta Ali Dinçol olmak
üzere değer verecek bir çok arkadaşıma verdim.
Sonrasında neler oldu; Arkeoloji Niye?
Nasıl? Ne İçin? kitabı da kısmen benzeri etkilere maruz kaldı. Kitabın “Bir
Nesne; Kitap” bölümünde Ali Dinçol’dan bu deneyimi yazmasını rica etmiştik, o
zamana kadar kendisine ne bir ilgi ne de hayranlığımız vardı. Dahası Sönmez
Kantman ve Ali Dinçol’un kitap yüzünden başına gelenleri tam olarak bilmiyorduk
da. Fakat çoğu prehistoryacı bizi Mehmet Özdoğan ve Prehistorya geleneğine
savaş açmakla suçladı. Bütün yapıcı eleştirilerimize karşın böyle bir amacımız
hiç olmadı. Bazıları ileri gidip, Ali Dinçol’un bizi kullanarak geçmişte
olanların acısını çıkardığını söyledi, gülüp geçtik. Ali Dinçol’un naif
kişiliğinin böyle hesaplarla uğraşmayacağı o kadar ortadaydı ki.
Ama doğruya doğru, Oğuz ve benim için bu
deneme arkeolojinin romantik, korunaklı, seçkinci, devletçi, pozitivist
tekerine bir anlamda çomak sokuyordu. Oğuz akademik hayatına Amerika’da devam
ettiği için yırtmıştı, bense bu ve benzeri olaylar nedeniyle bir çok kez arkeolojiyi
bırakma noktasına gelmiştim.
Bu nedenle şimdi hayatta olmayan Sönmez
Kantman ve Ali Dinçol benim için önemli isimler. Ölüm haberini alınca çoktandır
kaleme almayı düşündüğüm bu konuyu yazmak istedim, hele de Ali Dinçol’un
geçmişindeki bu cesur eylemi bilmeyen bir çok arkeolog varken.
Bu uzun girizgahtan sonra aşağıda Ali
Dinçol’un 2003 yılında yayınladığımız Arkeoloji Niye? Nasıl? Ne İçin? kitabında
kaleme aldığı yazısında bakın olan biteni nazikçe nasıl anlatıyordu.
Altmışlı Yılların Sonunda Türkiye’de İki Genç Asistan ve Analitik Arkeoloji
Öğrenciliğimizde
(1962-67 yılları) “arkeoloji” genellikle, “archaios” (=eski,kadim) ve “logos”
(=bilim) kelimelerinden oluşan bir terkip olarak tanımlanırdı. Böylece bilimin
içeriğinden çok adının açıklanması yeterli bulunurdu. Bu bilimin metodolojisi
için özel bir ders yoktu. Ama, seminerlerden ve diğer derslerden anlaşıldığına
göre, kazı buluntularının ayrıntılı ”tanımı”nın çalışmalarda özel bir ağırlığı
vardı. Bunun “tarihleme” konusunda da “analoji” (=benzerlik) bulma açısından da
önemli olduğu bilincine varırdık.
Bu
kavram ve bilmin özellikle ilk sınıfta yapılan tanımına bakınca, “eskinin
bilimi” demek olan arkeoloji, kazıp toprak altından çıkarılan buluntuların tarifi,
benzerlerinin bulunması ve tarihlenmesinden ibaretmiş gibi görünüyordu. Ancak
ilerleyen sömestrlerde bazı prehistorya derslerinde “arkeolojinin ünik
(=biricik) eser aramadığı, her buluntunun değerlendirilmesi gerektiği” de
söylenmeye başlamıştı. Bu “her buluntu” ifadesinin, mesela İskandinavya’daki
“Kökkenmöddinger” (=mutfak artıkları) adı ile bilinen kazı yerinden elde
edilenleri de mi kapsadığı üzerinde durulmuyordu. Ama bir kısım öğrencilerin
kafasında “her buluntu”nun ne olabileceği konusunda bazı fikirler oluşmaya
başlamıştı. Bizler son sınıfta iken, prehistoryacı hocalarımızdan Ufuk Esin’in
yayınladığı çalışma da (1969), tunç buluntularının morfolojik (=biçimsel) tanımı
yanında, üretildikleri madenin de spektral analiz yoluyla ayrıntılı olarak
araştırılmasının ve “buluntular”ın bu açıdan da ele alınmasının yararlı olacağı
konusunda daha belirgin bir kanıya varmamızı sağladı.
Bu
arada, prehistorya kürsüsü ile ortak bir projenin gerçekleşmesi için gelen ve
fakültede ders vermeye başlayan Profesör Dr. Robert Braidwood ve Dr. Bruce
Howe, hem derslerinde hem de kazılarında, zoologların, botanistlerin ve
coğrafyacıların arkeolojiye katkı sağlayacaklarını teorik ve pratikte bize
anlatmaya başladılar. O zamana kadar “ideal” kazı ekibi olarak kabul ettiğimiz,
arkeolog, mimar/topograf, fotoğrafçı, çizimci, restoratör beşlisinin yanına
şimdi “müsbet ilimler”den uzmanların da katılması, büyük bir yenilikti. O güne
kadar paleoantropologlar bile kazı ekibine girmez, aslında fazla da önem
verilmeyen insan kemikleri biriktirilip, onların çalıştıkları kuruma
götürülürdü.
Belki
dikkatinizi çekmiştir, o zamanki bilim sınıflaması içinde “müspet ilimler”
(=positive sciences) denen fen ve doğa bilimleri yer alırdı. Bu ayrım diğer
bilimlerin, yani sosyal bilimlerin, “menfi” değilse bile fazla güvenilmeyen
alanlar sayıldığını düşündürmekteydi. Bu sadece bizde de böyle değildi, Batı’da
da aynı görüş egemendi. O dönümde çıkan ve önümüze aslında yeni ufuklar açan
bir kitabın adında bile bu ayrım vardı: Science in Archaeology (Higgs ve
Brothwell 1963). Bir kitap kurdu olan hocamız Prof. Dr. Bahadır Alkım’ın
getirilip önümüze koyduğu bu kitabın adı kadar içeriği de çarpıcıydı. İçinde
pek çok alanda maden, keramik, organik maddeler üzerinde fen ve doğa
bilimlerinden alınan metodlarla yapılan çalışmalar yayınlanıyordu. Aynı
sıralarda Amerikan arkeolojisinde önemli bir yer edinmeye başlayan Louis
Binford’un makalelerini (1962, 1965) okuyunca, doğa ve fen bilimlerinden
yararlanma isteğinin arkeolojinin teorisindeki değişimlerden kaynaklandığını
anlamıştık. Bir “yeni arkeoloji” akımı başlamıştı ve bu artık Önasya
arkeolojisinde de uygulama alanı bulmaktaydı.
Ancak
“yeni arkeoloji”nin teorik temelleri antropolojiye ve özellikle “kültür”
kavramının tanımına bağlıydı. Yani antropolojik modellerle çalışmayan Eski
Dünya arkeologları için kolay anlaşılır ve uygulanabilir olmaktan uzaktı. Kırk
yıl kadar sonra bugün dahi, “arkeolojik açıdan kültür değişimi” gibi konular
dolayısıyla “kültür” kavramı işin içine girdiğinde, konu üzerinde anlaşmakta
güçlük çekildiğine tanık oluyoruz. Altmışlı yıllarda işin daha zor olduğunu
söylemeye gerek yoktur.
Ama
o dönemin arkeoloji öğrencilerinden birkaçı ve genç asistanlardan bazıları bu
yeni akımın özellikle iki önemli noktasını kavramışlardı: Arkeoloji artık elde
edilen buluntuların, Bahadır Hoca’nın deyimiyle “takdim ve tasvirini” yapmakla
yetinmeyecek, “her biri birer madde olan bu belgelerin mahiyetini ve yapısını
araştırarak, onları kesin bir suretle açıklamak ihtiyacını” duyacaktı (Alkım
1969:1).
Buradaki
“açıklama” terimi üzerinde de durmak gerekmektedir: Özellikle Binford İngilizce
“explain” fiilini değil, sanki daha güçlü bir anlam yüklediği “explicate”
fiilini yeğlemektedir. Gerçekten de bunda bir gizli açıklamak anlamı olduğu da
görülüyor (Macdonald 1954:216). Bu fiilin gereğini yapmak üzere, her maddi
kültür belgesinden elde edilebilecek tüm bilgilerin her türlü işlem uygulanarak
çıkarılması, yani “extre” edilmesi lazımdır. Arkeoloji bilimi böylece “açıklama
düzeyi”ne erişecektir.
Gençler
tarafından anlaşılan ikinci nokta ise, bu bilimin de diğer bilimlerle beraber
evrensel bilginin bir parçası olduğu ve bilimleri “müspet ilimler” ve
“diğerleri” gibi bir ayrıma tabi tatmanın anlamsızlığıdır. Başka bir deyişle
arkeolojinin bir “hobi” olarak yapılamayacağıdır. Bu konuyu yine Bahadır Hoca,
Profesör Nusret Hızır’ın üç eserine (1960, 1962, 1964) referans vererek,
irdemiş ve bilimlerin sınıflandırılmasında Hızır’ın “monizm” görüşünü kabul
etmiştir (Alkım 1969:2). Sosyal bilimler içinde arkeoloji bir süredir
“ölçülebilen araştırmalar yapıyor ve bunlar Oxford Üniversitesi’nin Arkeoloji
ve Sanat Tarihi Araştırmaları Laboratuvarı tarafından “Arkeometri” adına bir
bülten içinde 1958 yılından itibaren düzenli olarak yayınlanıyordu.
Arkeolojinin
teorisi ve yeni akımlar o yıllarda Türkiye üniversitelerindeki derslerde yer
almıyordu. İstekli olanlar, ister öğrenci ister asistan olsun, bu konuları
kendi olanakları oranında araştırmak zorundaydılar. “Olanak” sözcüğü ile
kastettiğim şey, yayınları getirtmek için parasal olanaklar ve Türkiye’de
nedense bir türlü anlaşılamayan bir handikap oluşturan “yabancı dil”
olanağıdır. Bunlara sahip olan kişilerin sayısı zaten azdı ve bunların hepsi de
kafasını bu konulara “takmış” değildi. Bu durumda ilgili sayısı o kadar
azalıyordu ki, zaten anlaması zor olan bu alanlarda konuşacak ve tartışacak
kimi bulursanız onunla yetinmek durumunda kalıyordunuz. Bir seçim yapma olanağı
yoktu ve bulduğunuz kişi sizinle pek çok konuda ters düşse de, paylaştığınız
konu dolayısıyla çalışma arkadaşınız oluyordu.
Burada
bir parantez açıp 1968 yılında dünyada meydana gelen değişim rüzgârlarının
ülkemizi de sarsmaya başladığını anımsatmanız gerekir. Artık üniversitelerde
bir “reform”un gerekliliği bütün gençlik tarafından kabul ediliyordu. Fakat bu
“reform”un nasıl olacağı ve neyi içerip neleri kapsayacağı konusunda üzerinde
anlaşılmış bir plan ya da program yoktu. Üniversitede işgallere başlanmıştı.
Komiteler isteklerini dekanlıklara ve rektörlüğe ulaştırıyorlardı. Bunlar
genellikle, yabancı dilin zorunlu olmaktan çıkarılması, birinci sınıfın sonunda
yapılan “baraj” sınavlarının kaldırılması ve hocaların ders kitabı yazıp ucuza
satmalarının sağlanması gibi, öğrenciye zor gelen şeyleri fırsattan yararlanıp
yok etmek amacını taşıyan çocukça istekledi ve bir “reform” niteliği
taşımıyordu. Bazı işgal komitelerine, “hareketi” istenilen doğrultuda
yönlendirilmesi için, civardaki kahvehanelerde üslenmiş hocaları tarafından
sokulan birkaç “akıllı” öğrenci, komitelerin istekler listesine kendi
bildikleri Avrupa veya Amerikan üniversite sistemlerinden alınma, gerçekten
“reform” niteliği taşıyan fikirleri de ekliyorlardı. Olayların politik boyutlar
kazanmaya başladığını görüp bunlara katılmak istemeyen, ancak son yıllarda
sadece arkeoloji ile uğraşmış olup reform konusunda da bazı görüşleri olanlar
ne yapmalıydı?
İşte
tam bu sırada bu iki asistan, bu satırların yazarı ve Sönmez Kantman işbirliği
yapmaya başladılar. İkisi de yurtdışında doktora yapmayı, hiç değilse tez
çalışmalarının bir kısmını dışarıda tamamlamayı istiyorlardı ve bu nedenle
Avrupa ve Amerika’daki birkaç üniversite ile yazışmış ve oralardan yüksek
öğretim sistemi ile ilgili kataloglar ve ders programları getirtmişlerdi. O
kaynakları kullanarak bir reform taslağı hazırladılar ve çoğalttıkları
kopyaların Fakülte Kurulu toplantısı başlamadan önce salona girip profesör ve
doçentlerin oturacakları masalara bıraktılar. Toplantıda yaptıkları için epey
gürültü kopardığını, politik görüşleri zıt hocaların bu taslağın karşı taraftan
olanlarca kendi kamplarındaki istekleri baltalamak için yaptırıldığını öne
sürüp birbirlerini suçladıklarını arkadaşları olan bazı genç doçentlerden
öğrenmişlerdi. Sonuçta hazırladıkları
reform taslağı iki zıt görüşteki kişilerce de karşı tarafın komplosu sayılmış
ve bir kenara atılmıştı. Şimdi objektif olarak değerlendirdiğimde, içinde hala
geçerliliğini koruyan öneriler olduğunu gördüğüm bu taslak, uygulamada yer
bulamadı ve hazırlayanların hiç de istememelerine rağmen politik kamplaşmada
“karşı taraftan” olmakla suçlandı.
O
günlerde sürekli olaylar nedeniyle üniversite iki gün açıksa beş gün kapalı
oluyordu.. Dersler olmayınca asistanlara düşen işler de en aza iniyor, okumaya
ve tartışmaya çok zaman kalıyordu. Arkeolojinin ne olması gerektiği ve
ülkemizde de “yeni arkeoloji” akımına uygun neler yapılabileceği, o günlerde
tartışma konusu olmaya başladı.
Şimdi
tam seyrini hatırlamıyorsam da Kantman’la düşüncelerimiz şöyle gelişti: Önce bu
yeni arkeoloji denilen akımın teorik düzeyde ne olduğu Türkiye’deki ilgililere
anlatılmalıydı. Bunun için yapılabilecek tek şey genişçe bir makale yazmak ve
bunu saygın bir yerde yayınlatabilmekti. Kuşkusuz birinci aşama daha kolaydı
ama onun da zorlukları vardı. Bazı kavramları anlamak ve anlatabilmek için epey
antropoloji kitabı okumamız
gerekmişti. Makale bittiğinde Türk Tarih Kurumu’nun Belleten dergisine göndermeye karar verdik. Bunun için yazıyı önce
Bahadır Alkım Hoca’ya okuttuk. O beğendi ve üyesi olduğu TTK’ya bir mektup
yazarak yollamayı kabul etti. Ama herkes onun gibi gençleri destekleme
düşüncesi değildi. O zamanlar daha doktorasını bile yapmamış bir asistanın
bilimsel yazı yazması hoşgörüyle karşılanmadığı gibi, üstelik bunu o dönemin en
saygın bilim dergisine yollamak düpedüz cüret sayılırdı. Yazı yayınlandı
(Dinçol ve Kantman 1968) ve kimseden iyi ya da kötü bir eleştiri gelmediği
gibi, “Yazınızı okudum.” diyen bile çıkmadı.
Bu
sessizliğin anlamı üzerinde fazla düşünmedik ve ikinci aşama olarak planladığımız
biçimde, “maddi kültür belgeleri”nden Türkiye’deki olanaklarla en fazla bilgi
nasıl “istihsal” edilebileceğini araştırmaya giriştik. Kantman bazı taş aletler
üzerinde çalışmalar yapmıştı. İşin teorik yönüyle araştırma planlamasındaki
değişik uygulamalar konusunda da yine onun bilgisi vardı. Doğa ve fen
bilimlerinden alınacak yardım için ise hemen yanı başımızdaki Fen Fakültesi’ne
başvurduk. Genel Jeoloji Kürsüsü’nün rahmetli başkanı Prof. Dr. Fuat Baykal,
kendisine yurtdışında keramik yapımı ve çömlekçi kili konusunda yapılan
çalışmaları gösterdiğimizde çok ilgilendi ve keramik parçalarından “mikrotom”
denilen aletle ince kesitler alabileceğini ve bunları mikroskobik olarak
inceleyip kilin kompozisyonu hakkında bilgi verebileceğini bildirince,
amacımıza ulaşabileceğimizi büyük bir sevinçle anladık. Demek ki istendiği
takdirde arkeolojiye bizde de yeni bir yaklaşım sağlanabilirdi. Bu müjdeyi
Teknik Üniversite Makine Fakültesi Teknoloji Kürsüsü’nden Dr. Yusuf Tekiz’in,
madeni buluntuları röntgenle ve makroskopik tetkiklerle ele alabileceği
yapabileceği haberi izledi.
Bundan
sonra iskelet bulguları üzerinde ne gibi çalışmalar yapabileceğimizi
araştırmaya yöneldik. O zamanlar internet gibi bilgiye kolay erişme
olanaklarından henüz yoksunduk. Yanlış hatırlamıyorsam Index Medicus ciltlerini tarayıp kemikler üzerinde yapılmış
araştırmaları saptamaya çalıştık. Eski organik buluntulardan kan grupları
tayini konusunda 1960-68 arasında yayınlanmış çok sayıda çalışmaya rastladık.
Bu ön araştırmayı da yapılacak tetkiklerde uygulanacak metodu yerleştirme
sürecini üstlenecek olan Tıp Fakültesi Hematoloji Asistanı Dr. Koray Dinçol ile
beraber tamamladık. Aynı fakültenin Biyokimya Laboratuvarı Şefi Dr. Adil
Öner’in olanaklarını bize sunması ile bu konuda da çalışma yürümeye başladı.
Rahmetli Adil Bey’in önerisi üzerine eşi Biyokimya Enstitüsü Asistanı Dr.
Pernur Öner ile de kan grubu araştırılacak kemiklerden bir de organik sübstans
tayini yapılması ve bu araştırmanın kronometrik bir nitelik taşıyıp
taşımadığının irdelenmesi konusunda bir dizi testlerin gerçekleştirilmesine
girişildi.
Böylece
aynı anda farklı konularda yapılan çalışmalar başladı. Araştırmaların sonuçları
gelmeye başladığında gençliğin verdiği enerji ile günler boyu sabahlara kadar
daktilo başında oturup bunların makale haline getirilmesine uğraştığımızı
anımsıyorum.
Elimizde
sekiz çalışma toplanmıştı. Bunları nerede yayınlayacaktık? Yine Bahadır Hoca’ya
başvurduk ve araştırmaları gösterdik. Sonuçları ya da sonuçsuzlukları kendisine
anlattık. Bunların toplu halde basılması gerektiğini o da kabul etti ama kitap
halinde Edebiyat Fakültesi Basımevi’ne verilen eserler basım için en az iki yıl
bekliyordu. Halbuki bu kitabın içerdiği çalışmalar yeni yayınlanacak deney
sonuçlarıyla hemen aşılabilir ve eskiyebilirdi.
Aklımıza
gelen bir çareyi derhal uygulamaya koyduk. İlk defa Bizim Eski Önasya Dilleri
ve Kültürleri Bölümü’nün kurucusu Prof. Dr. Helmuth Theodor Bossert tarafından
çıkartılan ve ilk iki sayısı Heidelberg’de basıldıktan sonra basım işi de
İstanbul’a aktarılan, Almanca ve Türkçe olmak üzere çift dilli bir dergisi
vardı: Anadolu Araştırmaları – Jahrbuch
für kleinasiatische Forschung. Bu dergi uzun süredir çıkmıyordu. Eğer
yazıları bu dergide bir özel sayı olarak basabilirsek iki amaca birden hizmet
edecektik. Hem dergi yeniden canlanacak, hem de dergiler basım sırasına
girmediği için yazılar aktüel olma niteliğini yitirmeden çıkacaktı.
Gerçekten
de Bahadır Bey’in yazdığı önsöz, bizim Sönmez ile arkeolojinin metodolojisinin
kritiği konusunda kaleme aldığımız yazı ve Belleten’de bir yıl önce yayınlanan
makalemizin de tekrar içeriğe dahil edilmesiyle zenginleşen ve adını “Analitik Arkeoloji” koyduğumuz kitap tüm
katkıda bulunanlar ve basımevi çalışanlarının da gayreti ile dört ay içinde
basıldı ve dağıtımı yapıldı (Dinçol ve Kantman 1969). Ve…bize
ulaşan olumlu ya da olumsuz hiçbir tepkiye neden olmadı!
Profesör
Halet Çambel’den duyduğum bir deyiş vardı: “Şarkta insanları silmek için onları
yok farz ederler.” Artık anlamıştık ki, bize de uygulanan buydu. Nedenleri ne
olursa olsun, yapılan işe tepki alamamak gerçekten de çalışma şevkini bitiren
bir şey. Aradan bir süre geçtikten sonra, kulağıma “çabuk meşhur olmak isteyen
gençler olduğumuz”un söylendiği çalındı. Hâlbuki bırakın çabukluğu, meşhur
olabilmeyi aklımızdan dahi geçirmezdik. Önümüzde daha yapılacak çok işimiz
vardı. Doktoralarımız dahi yoktu ortada.
Sonra
bize belli etmeden kitaptan biraz yararlanıldığını gördük. Söylem bizimdi ama
kitaba gönderme yapılmıyordu. Bir başkası böyle bir alıntıyı, hem de bize de
söyleyerek yaptı: Epey bir zaman sonra Çekoslavakya’dan bir arkeolog bana bir
mektup gönderdi. Çok ilginç çalışmalar yapmış olduğumuzu eline geçen Analitik
Arkeoloji adlı kitapta her yazının sonuna eklenen İngilizce özetler yardımıyla
tespit ettiğini, “yeni arkeoloji” akımının Türkiye’deki temsilcileri olarak
beni ve Kantman’ı gördüğünü, yazmakta olduğu bir kitabın birkaç yerinde
Analitik Arkeoloji’ye göndermeler yaptığını ve kitabın sonuna önemli gördüğü
araştırma sahiplerinin resimlerini koymak istediğini yazdı. Yayınlandığı zaman
yazarının bana yolladığı bu kitap, Çekçe yazılmış Rusça özetler içeren bir
kitaptır: Jaroslav Malina, Archeologia Jak e Proc?, Prag.
Yıllar
sonra Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden antropolog Prof. Dr. Berna Alpagut
bizim kitabı okuduğunu, kendisinin de özellikle kemiklerden kan grubu saptamak
konusunda çalışmak istediğini söyledi. Elimde ne kadar literatür varsa büyük
bir kıvançla kendisine verdim. Kitaba gelen olumlu tepkiler bundan ibaret
kaldı.
Sönmez
Kantman artık hayatta değil. Zaten ortak kitabımızın çıkışından iki yıl kadar
sonra arkeolojiyi terk etmişti. Ben ise 1969 yılında verdiğim kararla tamamen
filolojiye döndüm ve Anadolu dilleri ile uğraştım. Şimdi geriye bakınca acaba
diyorum kitabın içeriği tartışılsaydı, bugünkü durum değişir miydi? Sanırım
yenileşmede vakit kaybedilmezdi. Belki de arkeolojinin teorisi konusunda
üniversitelerin hepsinde dersler verilirdi. Ve belki metodoloji konusu da iyi
işlenerek, hala rastlanan heyamola kazıların sayısı azaltılmış olurdu.