keyf-e keder


Kimilerine göre Türkiye tarihinin belki de en anlamlı günü 1071 Malazgirt savaşıdır. Malazgirt ovasında geçen savaşla Türklere Anadolu’nun kapıları ardına kadar açılırken, Orta Asya’dan yola çıkan farklı Türk boyları kısa sürede Anadolu’yu yurt bellemişlerdi bile. Kimsenin beklemediği bir zamanda bu boyların belki de en çelimsizi olan Osmanoğulları hızla topraklarını genişletmiş, Anadolu ve Avrupa’nın çok kültürlü coğrafyasını tek bir bayrak altında tutar hale gelmişti. 19. yy başlarında kendini bulmaya çalışan miliyetçilik akımları sonucunda Osmanlı, Anadolu yarımadası dahil hemen her bölgede sorunlar yaşamaya başlamıştı. Osmanlı’nın hızla küçülmesi, Birinci Dünya Savaşı ve Anadolu’nun işgali sırasındaki ortamdan Anadolu’da bulunan çoğu Rum ve Ermeniler fazlasıyla nasibini almıştır. Anadolu’nun her köy ve kasabasında Rum ya da Ermenilerden kalan eserlere ve onları bulan ve zengin olan köylüye ait efsaneler vardır. Oysa Malazgirt zaferinden çok daha öncelerine ait, Anadolu’nun 10.000 binlerce yıllık geçmişinde Taş Çağı’ndan başlayarak Bizans’a kadar kesintisiz bir iskan ve etkileşim süreci vardır. Ancak bu çeşitlilik kimi için “definecilik” kimileri için “gavur soyunun yakılıp yıkılması” kimileri içinse “yok saymacılık” şeklinde algılanır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalist söylem, “Osmanlı”nın tek geçmiş olduğunu reddeder. Türklerin Osmanlı öncesinde de bir geçmişleri olduğu, daha kestirmeden söylemek gerekirse herşeyin Malazgirt ile başlamadığını “Türk Tarih Tezi / Güneş Dil Teorisi” ile dile getirmişti. Özellikle Alacahöyük kazıları ile Türkler, Hititlerle ilişkilendirilmiş, binlerce yıl önce Anadolu’ya gelen Türk göçmenlerinin yerleşik, maden teknolojisini bilen, yazıyı ilk bulan önemli bir kavim olduğunun altı çizilmişti. Erken Cumhuriyet Türkiye’sinin bilimadamları ve aydınları ise bu tezi sorgusuzca desteklemiş, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, kökleri Osmanlı’dan çok daha öncelerine dayanan yüksek bir medeniyete uzandığı fikri hızla kabul görmüştür.

Öte yandan Türk Tarih Tezi ile yaratılan bir tür “hayali geçmiş” Türkiye’de arkeoloji seferberliğini de beraberinde getirmiştir. Bu açıdan tezin ve sonrasındaki gelişmelerin Türkiye’de arkeoloji bilimine katkıları yadsınamaz. Alacahöyük, Ahlatlıbel ve Trakya’da ilk arkeolojik kazı ve araştırmalar başlatılmıştır. Kazı ve araştırma bölgelerinin seçimi elbette bir amaç doğrultusunda olmuştur. Suriye ile Hatay sorunu; Trakya, Rum ve Ermenilerin Anadolu’da bulunan kültürel mirasına dair hak iddia etme olasılığı; Cumhuriyet’in yeni başkentinin Ankara olmasını desteklemesi bakımından Alacahöyük. Kazılar sonrasında Türk Tarih Tezi söylemi iyice şekillendirilmişti. Kendi kendimizi inandırdığımız Türk Tarih Tezi, Atatürk’ün ölümü sonrası sessiz sedasız rafa kaldırılmıştı.

Güneş Dil Teorisi’nın hiç varolmamışcasına ortadan kaybolmasının üzerinden onlarca yıl geçti. Buna karşın 1961 ve 1982 anayasalarında Türk Tarih Tezi’nin milliyetçi söylemleri ve Malazgirt sentezinden geçen anlayışın bazı maddeler ile tekrar karşımıza çıktığı görülür. Türk tarih tezi yeni kurulan ulus devletin önemli dayanaklarından biri de olsa hayal mahsulü, sadece o dönem içinde ele alınmalıdır. Geleceğe taşımak gerçek olduğuna inanmak bugünün dünyasında bizi çıkmaz bir yola doğru sürükeleyecektir. Tıpkı yakın geçmişte anayasaya yansıyan yönleriyle olduğu gibi. Herşey olup biterken Türkiye hızlı bir değişim süreci içine girmişti. Amerika'nın yeşil kemeri, doğubloğunu islamın gücüyle sarmalamıştı. Artık kalkınma, daha cazip bir ekonomik pazar haline gelme zamanı gelmişti. Bir yandan farklı etnik kimlikleri ve bu farklı kimliklere ait geçmişi görmezden gelme eğilimiyle tek tipleşmeye zorlayan 1980 darbesi, öte yandan darbenin hemen sonrasında “çağ atlama“ seferberliği başlatan, batı ve dünya normlarına ulaşma gayesinde olan Türkiye vardır. Kısa süre içinde hidroelektrik üretmek, Harran’ı sulamak, Türkiye’yi kalkındırmak gibi sloganlarla GAP hayatımıza girer. Biz darbeleri yaşarken Dünya da sosyal bilim ve düşüncenin en hızlı zamanlarını yaşamaktadır. Türkiye öğretim üyelerini, düşünürlerini, yazar-çizerlerini ve öğrencilerini cezalandırırken bir anlamda kendi geleceğini de cezalandırmıştır. Arkeoloji ve koruma bilinci de bu dönemde Dünya’da değişen sosyal-bilim teorisinin epeyce gerisinde kalmıştır.

Belki tüm bu olumsuzluklar hem Türkiye’de arkeoloji biliminin konumunu açısından hem de tarihi eserlere olan yaklaşımın belirleyicileri olmuştur. Arkeoloji bilimi sosyal bilim teorisinin gerisinde kalırken mevcut yetersizliklerden ötürü korunamayan bir çok arkeolojik yerleşme de yukarıda değindiğim tüm bu olumsuz koşullarla karşı karşıya kalmaktadır. Daha dün bir kaç gazete birden sözleşmişcesine Anadolu’nun farklı bölgelerindeki tahribatlar ve define arayıcılarıyla ilgili haberler yaptı. Her gün yeni bir mezarlık, kale ve sahipsiz ören yeri “bazı” batılı ülkelerde alıcıları hazır olan hazine avcıları tarafından delik deşik edilirken temel olarak suçlananlar genelde “cahil halk” olmuştur. Oysa bu anlayış kimi zaman Ayasofya’da bir cuma namazı vandallığında, kimi zaman da Hitit Güneşi’nin bir tür put olduğu gerekçesiyle Ankara’nın güzelim logosunu Kocatepe camisiyle değiştirme vandallığında belirir. Buna ismi değiştirilen köy ve kasabalar, gözleri oyulan, üzerleri karalanan kilise freskleri gibi çok çeşitli başka örnekler de eklemek mümkün. Peki neden aidiyet hissimizin dışına taşan geçmişten bu denli intikam alma peşindeyiz? Neden Hasankeyf’in sular altında kalması bir çoklarının umrunda bile değil? Söz konusu tarihi doku Selimiye ya da Sultanahmet camileri olsaydı aynı savurganlığı yapacak mıydık mesela? Tüm bu soruların cevapları belki hiç dillendirilemeyecek cümlelerin arkasında kendi kendilerine yankılanadursun, Anadolu’nun arkeolojik çeşitliliği din, dil, köken ayrımlarından fazlasıyla nasibini almaya devam etmektedir.


Söz konusu Anadolu olunca bu muazzam çok kültürlü toprakların sıkça milliyetçi, ideolojik, dinci tehditlere maruz kalması kimilerine göre normal. Geçmişin çeşitliliğine olan saygısızlığımız, görmezden gelmeciliğimiz, umursamazlık ise bu ülkenin tarihi potansiyelinin turizm gelirine dönüştürülme çabalarını bile sonuçsuz bırakacak cinsten. Devlet, Hasankeyf’i, Ilısu ve Kargamış barajları ile sular altına gömülen geçmişe ait izlerin yerine yaptığı barajların yıllık kw/saat üretim kapasitesi ve endamı ile övünme derdinde. Bizler Hasankeyf’in son hatıralarını son dönemde moda olan GAP turları ile arşınlarken devlet çoktan baraj gölü altında kalacak arazilerin paralarını ödedi. İşsizlik ve yoksulluğun altında ezilen koşulsuz teslimiyet, baraj gölü altında kalacak bir çok köyü tıpkı arkeolojik yerleşmelerin bir çoğunda olduğu gibi tasviye etti bile. Hasankeyf taşınacak, başka bir yere kurulacakmış... Devletin sualtında kalan köylerin yerine inşa ettiği yeni köylerin yerlerini ve toplu konut biçimlerini görseniz ne demek istediğimi sizler de çok iyi anlarsınız; çoğu bölgenin yitirilen tarihi dokusunun kenarından bile geçemeyecek kadar çirkin beton yığınları.

Buna karşın Kürt dinamiği, bölgedeki 10.000 yıllık arkeolojik yerleşmelerin dahi atalarına ait olduğu yönünde aynen bir zamanlarki Türk Tarih Tezi benzeri bakışıyla, sahiplenici bir yaklaşıma sahip. 1991 yılında Nusaybin yakınlarında belki de bu yüzden Hacettepe Üniversitesi’nden iki arkeolog araçlarına konulan bomba sonucunda hayatlarını kaybetmişti. Belki o günden bugüne bölgede çok şey değişti ancak Güneydoğu’da ortaya çıkan ilk tarımcı topluluklar Kürt müydü? Çerkez mi? yoksa Türk mü? sorunun sorulması bugün bile insanın tüylerini diken diken ediyor. Tıpkı Hasankeyf’de yaşayanların kimler olduğunu sorgulamak, din ve etnik kökene göre muamele etmek gibi. Bu mirasın mülkiyetinin olmadığını, geleceğe aktarmak üzere kısa süreli olarak bizlere emanet edildiğini unutmamak gerekir.

Oysa geçmişe ait değerlerin yeri geldiğinde ne kadar da önemsendiğinin en yakın örneklerini de geçtiğimiz günlerde önce Söğüt olayları ile ve ardından da Antalya’da düzenlenen Türk Kurultayında yaşadık. AKP ve MHP’nin Osmanlı ve Orta Asya kökenli Türk mirası için verdiği kavga paylaşılamayan bir geçmişi ve o geçmişe ait değerlerin sahibiyetinin bazılarınca ne denli önemli olduğunun bir göstergesi. Recep Tayyip Erdoğan “Tüm Türkler Birleşin” çağrısı yaparken MHP bu durumdan oldukça rahatsız. Zira MHP’nin genel merkezine Moğolistan’da bulunan Göktürk anıtlarının bire bir kopyalarının kondurulmasından da anlaşılacağı gibi MHP kendi söylem ve duruşuna bir başka ortak istemiyor. Geçmişe ait nesnelerin ve anlamlarının günümüzde politik ve etnik söylemler için kullanılması elbette sadece bize ait bir anormali değil. Ancak insanlık tarihi bu tür yaklaşımların sonuçlarının ne denli ağır olduğuna defalarca şahit oldu. Son günlerde Türkiye’de tırmanan milliyetçi yükseliş benzeri durumların canlanabileceğinin sinyallerini veriyor. DSP-MHP hükümeti ile yoğunlaştırılan projelerle Devlet, Moğolistan’da Türk anıtlarına hatırı sayılır paralar harcarken aynı önemin Anadolu’daki Bizans ve daha öncelerine ait anıtlara göz ucuyla bakması beynimize kazınmış Malazgirt imgesi ile doğrudan ilişkilidir. Kimin nesi? Kimin geçmişi? Kimin ecdadı? sorularıyla şekillenen bir tür “değer” anlayışımız var ki, yakın zamanda düzelecek cinsten değil.


Her yeni kültürün bir öncekine saygı duyduğu Anadolu’nun çeşitliliğini yansıtan beş bin kadar mağara ve kaya sığınağı, Mezopotamya, İran, Roma, Bizans, Artuklu, Eyyubi, Akkoyunlu ve günümüz Güneydoğu insanından izler taşıyan Dicle kıyısındaki Hasankeyf’de umutlar hızla tükeniyor. Kültür Bakanı, Hasankeyf’i taş taş söküp başka bir yerde inşa edileceğini söylüyor. Ne denli doğru bilinmez. Hasankeyf için çizilen kader, evleri Fırat ve Dicle suları altında kalanlar için inşa edilen toplu konutlarda yaşamaya mecbur edilen insanlara benzeyecekse eğer, su altında kalması daha bile hayırlı olacaktır. Önce Keban, Karakaya ve Atatürk barajları ile Elazığ, Malatya ve Urfa’daki onlarca arkeolojik yerleşme ve köy, sonrasında ani bir kurtarma seferberliği sonrası sulara gömülen Zeugma’dan sonra şimdi de sıra Hasankeyf’de. Her birinin ortak özellikleri en temel ihtiyaçları olan su kaynağı yakınına kurulmuş olmaları. Bugün aynı amaç başka ihtiyaçlar için elektrik ve tarımsal sulamaya kurban ediliyor. Her biri farklı dönem ve kültürlere ait özellikler taşıyan yerleşmelerin elimizden kayıp sulara gömülmüş olması insan elinden çıkma Nuh tufanı gibi. Hem tarihi dokuyu hem de bu dokunun bir parçası olarak bölgede yaşayanları derinden etkileyen.

Belki elektriğe, Dünya’da baş gösteren kuraklık yüzünden yakın gelecekte kontrol altında tutmak istediğimiz daha çok suya ihtiyacımız var. Ama kolayca gözden çıkarılan kültürel değerleri, Hasankeyf’i ve benzerlerini görmezden gelmeciliğimizin kökleri geçmişe dayanan çeşitliliğe olan tahammülsüzlüğümüzden kaynaklandığına dair farkındalığın bir an önce gelişmesi “su” götürmez bir gerçek.

Yorumlar

Popüler Yayınlar