Gün Aşk Acılarını Değil Toplumsal Duyarlılıkları Anlatmanın Günü

Gün Aşk Acılarını Değil Toplumsal Duyarlılıkları Anlatmanın Günü (Temmuz 2011/Onur Kılıç-Birgün)

Yıllar içinde rock müziğin biçimini sağan kapitalizm onun doğasındaki direngenliği de etkisizleştirmeyi başardı. Toplumsal, siyasal çelişkileri sorgulayan, alternatif yollar öneren, sokağı ve özgürleşmeyi işaret eden müzikal paradigmanın artık pek bir etkisinden söz edemeyiz. Toplumsal muhalefetin kendi sınırlarını aşamadığı koşullarda sanatın aşağıdan, sokaktan, itirazdan inşasının da olanakları fazlasıyla yetersiz.

Redd, bu gerçekler ışığında ülkemizde ürettikleri müziğin tarihsel, evrensel sorumluluklarına sahip çıkmayı ilke sayan gruplardan. Şarkılarında, tanık oldukları toplumsal, insani eşitsizliklere karşı eleştirel duruşlarını ifade ediyorlar. Kapitalizmin yaşam ve anlam dünyası üzerindeki tecavüzünü sorguluyor, yer yer dinlendiren, yer yer ayağa kaldıran ritim ve sözlerle itirazı estetikleştiriyorlar. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in Ergenekon kapsamında ‘gazetecilik faaliyetleri’ ışığında tutuklanmasının ardından Masal şarkılarına çektikleri video kliple gazetecilere anlamlı bir destek vermişlerdi. Geçtiğimiz günlerde dünyanın dört bir yanında yüz binlerce hayranı olan müzisyen Bon Jovi’nin İstanbul turnesinde verdikleri konserde de sahneye Ahmet Şık ve Nedim Şener’in maketleriyle çıktılar. Grup internet ve öğrenci eylemlerinde, 1 Mayıs’larda bulunmayı önemsiyor. Grup üyelerinden Güneş Duru ile müzik anlayışları, müzik piyasasının mevcut durumu ve memleket üzerine samimi bir söyleşi yaptık.

Siz grup olarak düzen ve biriktirdiği ilişkilerin eleştirisini estetize ederek insanlara ulaştırıyorsunuz. Düzen içi insanın gerçekliğiyle hayalleri arasındaki çelişkisine işaret etmenin önemi ne?

Bizim didaktik olmak ya da bir şeylerin altını kalın kalemlerle çizmek gibi bir amacımız yok. Yaptıklarımızla bir nebze olsun farkındalıkları tetikliyorsak ne mutlu bize. Ama gerçeklik ve hayalin iç içe geçtiği bir çağda, dezenformasyonlarla oluşturulan “yeni gerçeklik” algısının oluşturulmaya çalışıldığı bir Türkiye’de yaşıyoruz.

Toplum fazlasıyla değişken, ya sürekli mevcut duruma adapte edilmeye zorlanıyor ya da insanlar çıkarları doğrultusunda düzenin merkezine oturuyorlar. Yaptığımız şeyler genelde karşı yönden hızla gelen uzay çöpleri arasına aynı hızla ve bozmadan dalmak olarak ifade edilebilir kabaca. Fazla iyimser ya da hayalci değiliz, biz de Türkiye’de yaşayan herkes kadar pesimistiz maalesef. Fakat 2005'de ilk albümümüzü yayınladığımızda farklı mecralardan muazzam bir ön yargı ve sevmeme durumu vardı bize dair. BarışaRock'a ilk çıktığımızda bir grup dinleyici yoğun bir küfür bombardımanına tutmuştu bizi. Ancak Pink Floyd'dan Wall çalınca bir anda barış imzaladık. Bu durum bile küçük bir referansla insanların zihninde bir uçtan diğerine salınabildiğinizi gösteriyor.

İnsanlar Redd'in aksi ve mesafeli duruşunun bir tür PR stratejisi olmadığını zaman içinde anladı. 5 albüm, 4 ayrı plak şirketi, kimilerine göre geçimsiz olduğumuzun göstergesi olabilir, ancak asıl mesele ne yapımcılara, ne de medyaya boyun eğmeyecek bir grup olduğumuz. Sanırım zaman içinde bunun anlaşılır olması da bize o dar aralıklarda rahat ve güvenli yolculuklar yapabilme imkanı veriyor. Kimseye bağımlı değiliz yani…

Bu pozisyon alışla muhalif kimliğinizi ve eylemselliğinizi gizlemeyen müzisyenlerdensiniz. Neden diğerleri gibi “Sevgi Partisi”nden olmayı reddediyorsunuz?

Sanırım kişilikler belirleyici. Aynını diğer mesleğim olan arkeoloji için de söyleyebilirim. Devletçi, apolitik, barış ve sevgi içinde sırıtan, birbirinin sırtını sıvazlayan bu alanda da benzeri şekilde çomak sokan biriyim ben. “Arkeoloji niye? Nasıl? Ne için?” kitabında daha Türkiye'de böyle bir zemin yokken, 2003 yılında resmi tarih tezi, Ermeni soykırımı gibi meselelere değinmiştik. Türkiye'de eleştiri geleneğinin olmaması bizlerin bu "genetik" arızanın bir parçası olmamızı gerektirmiyor sanıyorum. Keza bu duruş hemen hepimizde mevcut. Sanırım adımız bu yüzden de Redd.

Türkiye’de bir eleştiri geleneği olmaması derken sanırım günümüze özgü bir şeyden bahsediyorsun…

Günümüz, geçmiş, hiçbir zaman yoktu. Eskiden ayıptı, şimdi yasak ve dahası suç, bir anda kendinizi delilleri karartma şüphesiyle tutuklu yargılanan var olmayan bir örgütün üyesi olarak bulabilir, hiçbir zaman sempatisini duymadığınız darbecilerle aynı ülkünün insanıymış gibi yaftalayabilirsiniz. :)

Peki 70'lerin, 80'lerin muhalif müziği...

Türkiye'de muhalif müzik tam anlamıyla 80 sonrasında bir barajın taşması gibi hızla gündeme oturdu. Arka arkaya çıkan Yorum, Kızılırmak, Ahmet Kaya, Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Zülfü Livaneli, Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi gibi… Ancak öncesinde insanların üzerinden silindir gibi geçen darbe bunları bir süre uzaktan izlemeyi tercih etti. Muhalif sözler barındırmasına, hatta kürt hareketinin haklı sıkıntılarına değinmiş olan Ahmet Kaya hemen her kesimden insan tarafından dinlenmeye başladı, insanlar Ahmet Kaya’nın siyasi duruşuna taban tabana zıt olan insanlar dahi Kaya’nın muhalif kimliğini görmezden gelip onu popüler bir konuma oturttular. Gözlük takan, top sakal bırakan her insana o yıllarda takılan “entel” sıfatı, medya tarafından Ahmet Kaya’ya da uygun bulundu. Bu kısa süreli dönüşümün sonuncunda aynı kitle Ahmet Kaya’yı bölücü ilan etti. Sonrasını biliyoruz...

90’larda muhalif müzik de hızlı günlerini söyleyeceği söylemleri çoktan tüketmişti. Etnik söylem dışında belirgin bir doyum noktası oluştu. Bazı gruplar bu süreçte belirgin muhalif tavırlarını sürdürdüler. Ancak hızla erozyona uğrayan muhalif müzik yeni kahramanlar üretemedi pek. :)

Günümüzde rock müzik icra eden çoğu kişi ya da grubun pop ya da arabeskle kurduğu ilişki, eserlerin biçim ve içeriği, rock’ın potansiyel iddialarını nasıl ve ne yönde dönüştürüyor?

Arabesk özgün bir kültür ama zengin bir evin salonuna dekor amaçlı giren bir nesneye dönüşüyor ve değerinin 1000 misline alıcı bulurken, o değer de asıl üretene değil de bunun üzerinden ahkam kesen birine yarıyorsa sorun bu noktada başlıyor. Şu an rock müziği arabeskle buluşturanların herkesin derdi ticari, geçmişteki gibi bir arabesk yönelim yok. kimsenin bağrından kopup gelmiyor.

Eğitimli, şehirli çocuklar, daha çok albüm satmak için hayatta dinlemedikleri bilmedikleri, hatta özgün halini hakir gördükleri bir tarzı rock müziğin için entegre ettiler. Samimiyetsizliği burada… Buna yönelten “satar” kaygısı. Böyle yaparsak satar, bulaşmazsak satar, şirin olursan satar, acılar içinde yağmurlarda ıslanırsan satar, sanki şehirli bir Leyla ile Mecnun hikayesi var her yanımızda. Çöl sıcağı, plazaların havasız atmosferine dönüşmüş. Emre Aydın her daim ağlıyor, diğerleri de onu takip ediyor.

Rock müzik elbette birey hikayeleri de üzerinde barındırır. Ancak yine de bu bireysel hikayeler büyük resmin önemli bir parçasıdır. Örneğin Pink Floyd’un “Arnold Layne”i “çamaşır ipinden kadın iç çamaşırları aşıran” bir travestinin hikayesini anlatır 1967 İngiltere’si böyle bir şarkı yapmak oldukça cesurdur.

Günümüzde yolu arabeskle kesişen rock müzisyenleri ve hatta popçular ise kendi bireysel hikayelerini temcit pilavı gibi önümüze sürüp duruyorlar. Aldatılan, yüz verilmeyen, unutulan erkek ya da kadının “kaybeden” hikayeleri. Şarkılarında kaybedenler gerçek hayatta ise ne hikmetse kazanan figürler. Haklarında konuşmaya dahi değmeyecek iki örnek üzerinden bir başka eğilime de değinmek lazım ve fakat; Demet Akalın ve Serdar Ortaç gibi kendilerine aşırı güvenen şarkılara sahip “sanatçılar” da var. Binlerce dansözle gezen, erkek arkadaşını paketleyen, kız arkadaşını çöp poşetine atıp degaja girişen bir eğilim de var elbet. Sanırım bu her anlamda Fantezi Pop olarak adlandırılabilir.

Rock’ta yaşanan tarihsel gerilemenin kaynakları neler?

En zor soru bu; müzik endüstrisinde genel olarak bir gerileme var. İstersen bu soruya Türkiye özelinden bir cevap arayalım; Rock müziğin yakın zamanda “patladığı” iddia edilmişti. Bu etkiyi yaratan Mor ve Ötesi’nin “Dünya Yalan Söylüyor” albümünün 200 bin civarı satmış olmasıydı. Gerçi şimdilerde her yerde Emre Aydın, Gripin gibi isimlerin de sattığını görüyoruz fakat bu arkadaşlar sanıyorum kendileri de farkındalardır; rock müziğin Ferhat Göçer’leri olduklarının. Bu bağlamda Türkiye’de gerilemiş olmasının sebebi olarak; rock müziğin genel eğilime hoş gelecek popüler merkezlere yönelmesi, arabesk, pop, popçuyla düet gibi, üretimden uzak, içinde söylem barındırmayan, sound arayışında değil ama bildik “satan” şarkı geleneğini sürdürmek olarak özetlenebilir.

Piyasanın neredeyse bütünüyle bu 'satar' durumuna göre oluşturulduğu koşullardabuna direnmenin yolları var mı?

Deli olduğun durumuyla barışık olmak (gülüyor) İdeal dünyanın peşinde olma inancı… Ekonomik tarafında, bugüne kadar sponsorlu hiçbir iş yapmadığımızı söyleyebilirim. Minik şeyleri saymıyorum. Biz sanırım azla yetinmeyi seviyoruz. Kazandığımız her şey yeni ve farklı bir proje yapma sevdasına harcanıyor. Videolar işe yarıyor herhalde. Böylece bu delilik hali sizi daha üretken ve disiplinli bir hale dönüştürüyor (gülüyor) Daha çok içerik sizi daha fazla yakınlaştırıyor, böylece direniş için sizi dünyaya bağlayan bir çok öğeniz oluyor. Geçmişe bıraktığınız bir şarkı yıllar sonra birilerini beyninden vurup bir başka sanat nesnesinin üretimini tetikliyor; Çağan Irmak’ın Prensesin Uykusuyum şarkımızdan etkilenip bir film çekmesi gibi...

Türkiye’den yola çıkarsak, repertuarların bu denli ‘ilişki/yalnızlık, aldatma/aldatılma’ temalarıyla dolup taşması sence nasıl bir üretim sürecine dayanıyor? Müzisyenlerin düşünce ve yaşamları bu sınırlılıkta mı geçiyor yoksa hedef kitle yalnızca bu düzeyi kaldıran kadın ve erkeklerden mi oluşuyor?

İkincisi, hedef kitle gerçeği. Reality şovlar gibi… Bir de Türkiye’de yaşanan dizi patlamasına bakarsak hepsi pembe diziler kıvamında, aşk-aldatma-karşılık bulamama-şiddet uygula şeklinde. Galiba rahatlıkla seksten söz edemeyen bir toplum oluğumuz gerçeğinden yola çıkarak insanlar ellerindekiyle yetinen bir hale dönüşmüş zaman içinde. Reha Muhtar gibi olacak ama “acı var mı acı?” acı varsa “tutar”.

Sizin dinleyicilerinizde de şüphesiz böyle beklentiler vardır. Bu durumda Ahmet Şık'ın başına gelenlerden bahsedince ortaya nasıl bir şey çıkıyor?

Peşinen, dinleyiciye göre şarkı yapan bir grup olmadığımızı söyleyebilirim. Umut kırmıyor, Türkiye gerçeği ortada. Hrant için şarkı yaptık, Facebook’ta paylaştık, bir çok insan gitti. Onlara ulusalcı rüyalarında başarılar dileriz. Gerçi, çoğu neden tepki gösterdiğinin bile farkında değil. Kur’an okumadan en inançlı Müslüman olmak gibi bir şey bu. Geleneksel ulusalcılık, faşizm, İslamcılık hepsi nesilden nesile aktarılıyor, kimse kendi ait olduğu kimliği tam hatlarıyla bilmiyor bile. Sol ya da Liberal dünya için de benzer şeyler söylenebilir elbette.

Peki bu sizde 'ya aslında bu insanların istediklerinden ibaret' bir çerçevede kalmak gerekir gibi bir duygu uyandırıyor mu?

Hayır ama yakın çevremize kadar ulaşıyor bu karanlık gölgeler. Pek aldırış etmiyoruz biz. Hrant şarkımızı ya da “vicdani redd”i hiç bir yere servis etmedik. O şarkıları ön plana bile çıkarmadık. Bunu korktuğumuz için değil, aksine bu değerler üzerinden pirim yapmak istemediğimizden böyle tercih ettik. Zamana yaymak istedik, aksi halde insanların bizi anlama süreci yapay olacaktı. Geç oldu belki ama doğrusu bu.

Başka bir ülkedeki savaşa dair söz edip sesini kimseye duyuramamaktan daha kolay olanı yaşadığımız ülkedeki iktidara söz etmektir. Bunu yapamayan arkadaşlarımız var. Geçmişten ya da uzak diyarlardan söz etmek kolaydır ama asıl yakın çevremizde, iki sokak ötede üniversitelerde olup bitenler bizim önceliğimizdir.

Müziğinizin en çok nerelerde ve kimlerce dinlenmesi sizi tatmin eder?

Ayrıma gitmek doğru olmaz, ama mesela anlaşılmak tatmin eder. Kolay bir grup değiliz, sözel ve müzikal olarak anlaşılması zor, emek isteyen bir yapımız var. Kendimizi biliyoruz, popüler olmak istemeyiz, ya da olmak için farklı yollara başvurmayız.

Sizin kendi ilerleyişiniz nasıl seyretti? Önceleri modern tüketim toplumunun birey üzerindeki tahribatını hisseden, bundan rahatsız olan ama bunun karşısında biraz bıkkın, karamsar bir tutumunuz vardı sanırım…

Aynen böyleydi. Ama şimdi sesimiz daha kuvvetli çıktıkça daha umutlu oluyoruz. Bu sadece bizim için değil tüm aktivistler bugün çok daha hassas. Her davaya onlarca kişi müdahil oluyor. Bugün AKP’nin DGM'leri önünde insanlar toplanıyor. Yani bu bize özgü bir şey değil. İktidar bıyık altından gülerek size “dünyayı dar edeceğim” dediğinde kim ne yaparsa hepimiz tepki göstermeyi zorunlu buluyoruz. Ayrıca biz bir müzik grubuyuz. Olan bitenler de bizim müzik üretim sürecinde görünmez varlıklar olarak dolanıyorlar ve bizi etkiliyorlar. Sözel, işitsel ve duruş olarak biz de değişiyor, gelişiyoruz. Bir de günün bireysel aşk acısı ajitasyonlarının değil toplumsal duyarlılıkların günü olduğuna inanıyoruz.

Bir yanda gazetecilerin tutuklanması, kitapların imha edilmesi, öğrencilerin, işçilerin hak arama eylemlerine dönük düşmanca tutum, emeğin yaşamına ve haklarına saldırıların yoğunlaşması… Diğer yanda toplumsal hayatın dine dayalı tanımlanması, cemaat ve tarikatların çaresiz insanların dünyasını sarmalaması... Bugünün Türkiye’sinde nasıl bir resim ve öncesine göre nasıl bir değişim görüyorsunuz?

Devlet geleneği sanki baki! Sadece el değiştiriyor, adeta devlet “bak kardeşim ben bu güzel tesisi sana bırakıyorum ancak marka değerimi koruyacaksın” demiş AKP’ye. Mesele dünyada insan hakları, hak ve eşitlikler konusunda bu kadar yol alınmışken bizde giderek özgürlük isteyen her kesim cezalandırılıyor. İşin içinde cumhuriyet tarihi boyunca şimdi bizi ötekileştiren bu kesimin ötekileştirilmiş ve baskılanmış olması gerçeği de var. Biraz sıra şimdi bizde diye düşünüyor olabilirler. Ancak bu “tepedeki bayrağı ben kaptım, bundan sonra benim istediklerim yaşanacak” yarışının sonu yok. AKP işi şansa bırakmak istemiyor, çünkü bayrağı kaybetmek yeni bir rövanşa dönüşebilir. Bence bütün bunlardan arınmak gerekiyor, uzlaşmak şart. Ancak yeni AKP kabinesi bir devam filmi olmanın ötesine geçemiyor.

İktidarın varlık alanını genişletip merkezine de kendini koyarak, vatandaşı ile arasına ördüğü “Çin Seddi’ne benzer soyut duvarların her yeni taşını ona oy verenlerin koyuyor olması daha da şaşırtıcı. “Cumhuriyet rejimi ile birlikte kümeslerde ibadet etmek, saklanmak zorunda kaldık, İsmet İnönü zamanında camiler yıkıldı gibi” toplumun inanç dünyası üzerinden siyaset yaparak “geçmişi unutmayalım, Osmanlı’da ne güzel günlerimiz vardı” tarzı bir yaklaşımı benimsediğini gördük. Aynı zamanda iktidarın devletin tüm imkanlarını elinde bulunduruyor olması, Yandaş medyanın hızlı ve sistemli dezenformasyonu, 1970’lerin sonunda ordu iktidarlardan beslenerek büyüyen cemaatin “atın çağı”nı yaşıyor olması, yeşil sermayenin giderek artan gücü AKP oylarını besleyen diğer unsurlar. Kürtlere verilen sözlerin yerine getirilmemesi, Tekel işçilerine yapılanlar, öğrencilere uygulanan orantısız güç görüntüleri, KPDS, YGS skandalları, “affedersiniz rum” sözleri, internet yasakları, Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi bir çok insanı haksız yere hapishanede tutmak, uzun süren tutukluluklar ve henüz seçim arifesinde gerçekleşen Metin Lokumcu’nun öldürülerek Artvin ve Ankara’da yaşanan, 12 Eylül’ü aratmayan uygulamalar –ve şu an aklıma gelmeyen onlarca mesele- en azından toplumun %50’si tarafından önemsenmiyor gibi görünüyor.

Dolmabahçe buluşmalarını hatırlayalım o toplantıya katılacağı için “kendini özel hissedecek” farklı mecralardan insanları davet ederek başbakan “demokratik açılım” seferberliğini başlattı. Büyük de destek aldı, bugün baktığımızda demokratik açılımın öznesi konumunda bulunan kürt halkının temsilcileri haklı nedenlerle meclise gitmeyi reddediyorlar. Başbakan bu manzaraya dünden razı. Kahvaltıya gidip “ben de oradaydım” edalarında göğüs kabartanlar, “yetmez ama evet” gibi bir saçmalığı hayatımıza sokanlar sadece bu “Dolmabahçe”den yola çıkarak ayabilirler, önemli olan bunu istiyorlar mı? Hayır...

Toplumun bu cendereden çıkması için sanatın sokakla nasıl bir ilişki kurması gerekiyor?

Aslında sokağın ya da mahallenin yapısı belirleyici. Mahallesinde sanat istemeyen bir çok insan var. Şehrinde sanat istemeyen, gazetesinde kültür-sanat köşesinin içeriğini boş tutan, hurafelerle dolduran bir medya var. Biz redd olarak sokağa mesafeli değiliz, bu soru üzerinden bir tür yol haritası üretmek hele de bizim açımızdan zor. Ama şu ana kadar hep sokakta, eylemlerde sokağın bir parçası olmaya çalıştık. Kolektif bilinç önemli, sokakla ayrışarak kolektif olunamaz elbette ancak sosyal medyanın gücünü de unutmamak gerekir. Bir tür sanal mahalle, ve bu ortamda bile hiç tahmin edemeyeceğiniz kişilere ulaşıp, dostluklar, farkındalıklar geliştirebiliyorsunuz. Ve de bu sanal mahalle size sokakta daha fazla dayanışma içinde ve güçlü olabilme imkanını sağlıyor.

Yorumlar

Popüler Yayınlar