kazılarda geçen 20 yıl

Çoktandır kendi bloğuma, kendime dair şeyler yazmıyordum. Sürekli fotoğraflarla geçiştirip, twitter'da gevezelik edip memleketin koşu bandından inmeyen, aktörleri değişse de aynı manzaralarla aynı çirkinlikte geçen tatsızlıklarına ilişkin, aklımın erdiği kadar politik, kişiliğimin el verdiği ölçüde duygusal şeyler yazıp, ağrıyan başımın sınırlarını paylaşıp insanların kafalarını şişiriyorum. Bugün, yarın da aynını yapacağım galiba...

1992 yılından bu yana yazlarım kazılarda geçiyor. Parmak hesabıyla 20 yıl olmuş. Öğrenci olarak başladığım kazıda bir kaç yıldır başkan yardımcısıyım. Aksaray, Niğde, Malatya, Konya, Urfa'da farklı ekiplerde çalıştım; Bir dağın tepesinde bir çadırda neredeyse donarak haftalarca Alman bir ekiple, tek kelime Almanca bilmeden... Malatya'da İtalyan bir ekiple kısmen daha konforlu bir kazı ortamında, Konya'da İngilizlerle...

Arkeoloji uzaktan hoş görünen, içinde maceraperest öğelerin gizli olduğu ön kabulüyle merak uyandıran bir meslektir. İçinde kir, toz, ter vardır. İşiniz bittiğinizde yüzünüzü yıkar burnunuzu sümkürürken anlarsınız, ne kadar çok toz yuttuğunuzu. Lavabonun girdabında kazıdan artakalan binlerce yıllık toprağın dönerek yerini temiz suya bırakmasını izlersiniz her gün. Sabah daha güneş doğmadan uyanıp, “yine mi bu işkence” deseniz de herşey yataktan çıkana kadardır, gün ortasında güneşin altında erimek üzereyken arazideki işimiz bitse de kazı sonrası notlar, belgeleme ve kayıt aşamaları başlar. Bütün bu işler en az kazı kadar zahmetlidir. Kısa süreli bir program ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir iş söz konusudur, çoğu zaman gece geç saatlere kadar çalışılıp bir kaç saatlik uykuyla yine sabahın beş buçuğunda uyanılır. Zordur arkeoloji...

Benim arkeoloji hikayem ise ilginçtir; 1992 yazında ben ve bir başka arkadaşım, daha önce pek fazla bilmediğimiz bir meslek grubu ile birlikte kazıya gitmeye karar vermemizle başladı. Arkeolojiyi ve ne anlama geldiğini biliyorduk fakat Prehistorya'nın ne olduğunu bilmiyorduk. Yıldız Üniversitesi'nden bir hocamız Prof. Dr. Ufuk Esin'le konuşmuş, o da olabileceğini söylemişti. Haziran ayı gibi kazı toplantısına gitmiştik. Kazı toplantısı her kazı ekibinin kazı öncesinde üniversitede bir araya gelerek o yıl ne yapılacağını, kimin hangi tarihte geleceğinin not edildiği bir toplantıydı. Açıkçası bizim orada ne yapabileceğimizi biz de bilmiyorduk, tahminimiz çıkan arkeolojik binalarını rölövelerini çıkartacağımız yönündeydi.

Toplantı fazlasıyla resmiydi, Ufuk hanım'ın önünde takvimli bir defter vardı; Kıdemli görünen bir kaç kişi hangi tarihte gidileceğini sorduğunda Ufuk Hanım gitmeden üç gün önce asistanının herkese haber vereceğini söyledi... "Biz tatile gidecektik de" diye lafa başlayan aynı kişiyi de sağlam azarladı.

Resmi toplantı bittiğinde Ufuk hanım'ın asistanlarından biri nasıl bir yere gideceğimizi anlattı. Toplantı sonrasında matara, sahra şapkası ve hatta bıçak alacak kadar gaza gelmiştik birlikte gideceğim arkadaşımla birlikte. Vahşi bir yere gidecektik, tıpkı Indıana Jones filmleri gibiydi, kamçı bulsaydık belki onu bile alırdık -o vakitlerde Tomb Raider yoktu...

O zamana kadar Ankara'nın doğusunu görmemiştim, kazı yolculuğu Aksaray'a giden 40 kişilik otobüste yerde yatan çocuklar, bir koltukta çocuklarıyla birlikte dört kişinin oturduğu bir düzende adeta 65 kişiyle sürüyordu. Havasız otobüs, yolculuğu daha otantik bir hale sokuyordu. Hava aydınlandığında Tuz gölü belirdi muazzam görünüyordu. Bir kaç saat sonra Aksaray'a varmıştık. Önce hayal kırıklığına uğradık Aksaray hiç otantik görünmüyordu, dahası şehrin bir kimliği de yoktu -bu arada Vali beye de söylediğim gibi halen bir kimliği olduğunu söyleyemem- bizi karşılayan o yılların en gözde minibüslerinden üçgen kafalı Peugeot'ya eşyalarımızı doldurup köy yolunu tuttuk. Kazı evine vardığımızda daha önceden giden ekip oradaydı, insanların kıyafetlerine bakarak arkeolog olduklarını anlayabilirdiniz. Biz de biraz abartılı olsa da fena değildik hani. Gerçi sahra tipi şapkanın biraz abartı olduğunu, ortada çöl falan olmadığını anlamamız kısa sürdü. ertesi gün ne ben ne de arkadaşım Volkan o şapkayı takmadı.

Ertesi sabah saat dört olduğunda uyanmış, gecenin karanlığında ufak bir kahvaltı sonrası 13 km yol gidip höyüğe ulaşştık. Minibüsten indiğimizde sabah ayazında yakılan bir ateşin önünde ısınan 20-30 kadar işçi bizi bekliyordu. Arkalarında ise dev gibi bir tepe vardı. Şimdilerde nefes nefese kalarak çıktığımız yokuşu o sabah büyük bir heyecanla çıkıp kazılan evleri gördüğümüzde hayrete düşştük. Birbirine bitişik nizamda inşa edilmiş en az yüz adet kerpiç bina vardı. Ufuk hanım bir saat süren bir ders verdi ben ve Volkan'a. Höyüğü ve kabaca Neolitik dönemi anlattı kazı alanını gezerken. Aynını kimi zaman ben yapıyorum, bu yıl aynı yokuşta geçen 20 yıl olmuş. Yirmi yıldır her sabah aynı yokuşu çıkıp, yarın ne olacak, ne bulunacak diye düşünüyorsunuz...

Kazıdaki ilk günümden sonra rotayı arkeolojiye çevirdim, sonrasında da bu ideal için kendimce büyük çabalar verdim. Arkeoloji içinde para barınmayan, gönüllülük esaslı bir işti. İçindeki idealizm bir çok mesleğe oranla çok daha derindir, geleceksiz bir hayata, geçmişe takık bir biçimde yolculuk edersiniz. Cebimde hiç para olmadığı zamanlar oldu, bırakıp başka işler yapmayı çok düşündüm ama her defasında vazgeçtim.

Zaman geçer, bir kaç şey değişse de esası aynı kalır. Arkeolog sadece arkeolojiyle uğraşmaz, uğraşma lüksü de yoktur. Elektriksiz, susuz köylerde tuvalet çukuru kazmaktan, yemek yapmaya, kırılan su borularını tamir etmekten, geçici kapı ve pencere yapmaya kadar bir çok başka şeyle uğraşmanız gerekir, elinize bir eldiven geçirip, tıkanmış bir tuvaleti açmak hoş olmasa da ekibin sağğı ve işin devamlılığı için bütün bunların yapılması gerekir.

Kocaman bir ekip, evden uzakta, gazete ve televizyon yok, herkes titizlikle yapılan işe konsantre. Haftasonları biraz eğlenmek adına sonrasında oyuncu olan Ceren Soylu ile sürpriz partiler düzenlerdik. Küçük bir odada Reggae partisinden tutun da, uyduruk bir gitarla yapılan canlı müziğe kadar. Yine aynı yıllarda haftalık gazete çıkarırdık, kazı ekibinden bir yayın ekibi kurup ekip içi haber, geyik ve magazin öğelerini bu duvar gazetesiyle paylaşırdık. Gazetemizin acımasız ve matrak üslubu ekip içinde rakip bir gazete çıkmasına bile neden olmuştu. Daha sonra iki gazete savaşmayı bırakıp tek bir çatı altında toplanmıştı. Üzerinde 1992 yazan o gazeteler solsalar da bugün halen duruyor. Neredeyse Aydın Doğan’dan önce basın tekelini küçücük bir kazı ekibi içinde sağlamıştık.

90'ların başında yaşadığım, yaşadığımız tecrübeler geride kaldı, şimdi kısmen benim çizip, köşe taşlarını koyduğum, planladığım her yıl yeni bir ek bina ile büyüyen 40 kişiyi barındıracak bir kazı evimiz var. Kazı evinde 24 saat sıcak su, telefon, internet gibi lüksler mevcut. Oysa geçmişte gecenin karanlığında saldırgan köpeklere yem olma korkusuyla Kör İdris'in bakkalına ulaşmaya çalışırdık. Telefon hakkımız normal koşullarda haftada bir günle sınırlıydı. Telefon sadece muhtar Kör İdris'in bakkalında mevcuttu. Telefon düşerse ne ala... Bu yılların en güzel yanı, sağa sola mektup atmak, olur da cevap gelirse gelen mektupları okumak olurdu.

Yirmi yıldır toplasanız 2 ay tatil yapmadım, denizle mesafeli bir ilişkimin olmasının yanı sıra vakit de pek olmadı. Redd'in ilk yıllarında daha henüz cover çalar, demolar yaparken çoğu zaman kazılar nedeniyle bu süreçten uzak kaldım, buradaki sorumluluklarım arttıkça işi bırakıp İstanbul'a dönmem kazıyı etkileyecekti. Her ne kadar pek kimsenin ilgisini çekmese de burada insanlık tarihiyle ilgili hummalı bir çalışma yapıyorduk bırakıp gitmeye gönlüm el vermiyordu. Bu yüzden demo süreçleri, büyük ölçüde 50-50'nin yapım süreci dahil olmak üzere arkeoloji nedeniyle gruptan uzak kalmıştım. Önümüzdeki ay yeni albüm için provalara başlıyoruz, bana yine tatil ve dinlenme yok. Sonrasında da albüm kaydı. İki üç ay oldukça sancılı geçecek. Dahası Aralık ayında bitirmem gereken bir doktora tezi var. İki farklı hayatı yaşamak daha az uyku, iki farklı mod, daha çok çalışmak demek oluyor, zor. Ben yine de seviyorum.




Yorumlar

Popüler Yayınlar